Sevgili okurlar; Bir önceki yazımda şiddetten sevginin yeşermediğini, şiddet olgusunun toplumu tehdit eden bir unsur olduğunu ve bir zorlama eylemi olup zarar verme amacı taşıdığından bahsetmiştim. Yaşamın her alanında karşımıza çıkan şiddet türlerinden bir diğeri de aile içi şiddettir.
Aile, bireyin doğduğu andan itibaren içerisinde yer alarak gerekli bakım ve gereksinimlerini karşılayıp yaşamını sürdürdüğü bir ortamdır. Aile içinde bireyler karşılaştıkları sorunları birlikte çözerler, üzüntüyü ve sevinci birlikte yaşarlar, sorumlulukları beraber paylaşırlar yani ailede bireyler arasındaki dayanışma çok önemlidir. Toplumun en küçük birimi olan aile içinde bireyler arasında çatışmalar mutlaka olacaktır, çünkü çatışma doğal ve normal bir süreçtir, bireyler arası ilişkilerde bir tarafın istek ve ihtiyaçları ile diğer tarafın istek ve ihtiyaçlarının birebir örtüşmesi mümkün değildir. Önemli olan çatışmayı yaşayan bireylerin arasındaki ilişkinin ve iletişimin kalitesidir. İlişkilerde bir güç mücadelesi dayatma zorbalık ve diğerinin üzerinde kazanılmak istenen zafer varsa iletişim zarar görür, ilişkiler yıpranır ve zedelenir. İlişkilerin yıpranması ise bireyleri öfkeye, kızgınlığa ve şiddete sürükler.
Eşlerin kendi aralarında veya çocuklarına ya da kardeşler arasında, aynı evde yaşayan anne babalarına, akrabalarına, ayrılmış ya da ayrılmak üzere olan bireylerin birbirlerine yönelik tehdit, baskı, kontrol, fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik zarar verme ve acı çekmelerine neden olabilecek davranışlara aile içi şiddet denir. Aile içi şiddetin nedenleri nörolojik ve biyolojik özelliklerden, psikiyatrik bozukluklara, işsizlik ve sosyoekonomik sıkıntılar sonucu aile içi geçimsizliklere, alkol/madde kullanımlarına, sosyal destek yoksunluğuna, güç ve kontrol sağlamak için şiddete başvurmasına, eşler arasında özel sorunların olması gibi daha birçok etmeni sıralayabiliriz.
Aile bütünlüğünün ve yapısının bozulmasına neden olan şiddet unsuru, çoğu toplum kesimi tarafından onaylanmaz, ancak şaşırtıcı bir şekilde yıldan yıla bir artış eğilimi gösterdiği de gerçektir. Bilinçli ve farkında olmasına rağmen ailesine, çocuklarına sürekli şiddet uygulayan birey toplumsal sağlığı ve gelecek nesli de tehdit eder. Bu durumdan en çok etkilenen ve şiddeti örnek alan çocuklardır, çünkü şiddet ortamında yetişen bir çocuğun gelecekte aynı şiddeti kendisinin de uygulayabilme ihtimali yüksektir. Bu nedenden dolayı çocukluk çağında aile içi şiddete maruz kalan veya tanık olan bir çocuk sağlıklı bir toplumun oluşmasına zemin hazırlayamaz. Bu bağlamda erkeğin kadına veya kadının erkeğe ( Çoğunlukla erkekler kadınlara ) şiddet uygulamasındaki en temel etmenlerden biri özellikle bireyin öğrenme çağında kendi ailesinde ( özellikle babası annesine şiddet uygulamışsa) şiddete tanık olduğundan ya da maruz kaldığındandır, yani aile içinde yaşanan şiddet ile bireyin aile geçmişinde yaşadığı şiddetin bağlantısı vardır. Frias Armenta (2002), yapmış olduğu araştırmada, “çocuklukta fiziksel ve sözel olarak saldırganlığa maruz kalan yetişkinlerin ileriki yaşlarında depresyon düzeyleri, alkol kullanımı, anti-sosyal davranış ve kendi çocuklarını cezalandırma gibi davranış özellikleri gösterdiklerini gözlemiştir.” …
Şiddet nedeniyle son bulan bir ailenin hukuki aşamalarda dahi şiddetin devam ettiğini sosyal medyada ve televizyonlarda istemeyerek de olsa şahit oluyoruz. Psikolojik bunalımlar nedeniyle bir erkek sokak ortasında veya evinde boşandığı eşini ve çocuklarını katledip intihar edebiliyor. Bu olgu günümüzde kadınların daha çok şiddete maruz kaldığını göstermektedir. Ancak toplumsal yaşamın her alanında karşımıza çıkan şiddet olgusundan nasibini en fazla alan kadınlar ve çocuklar olmasına rağmen şiddeti bir terbiye biçimi olarak algılayan kadınlar da vardır, bunun hem aile içinde hem de kamusal yaşamda meşru olarak görülmesi şiddetin hem yeniden üretilmesine, hem de gizlenmesine yol açar. ( T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı 2000 ), yaptığı bir araştırmasında görüşülen kadınların % 64’ü erkeğin eşini dövmesini onaylamaktadır, kadınların %35,1’inin ise ara sıra dayak yemelerini haklı kılacak davranışlarda bulunduklarını düşünüp söylemişlerdir. Yine (TC. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı 2000) bir araştırmasında, “ Türkiye’de kadına yönelik şiddetin toplumun % 22’sinde görüldüğünü, evli kadınların % 75’inin kocalarından dayak yediğini ve şiddete maruz kalan kadınların %45’inin ise bu durumu değiştirebilme ya da durdurma adına hiçbir girişimde bulunmadığı ve Türkiye’de erkeklerin % 44,9u kocaların sözlerini dinlemeyen eşlerini dövme hakkı olduğunu, % 66,2’si erkeğin evin reisi olduğunu, % 53,7’sinin kadınlardan daha üstün olduklarını düşündüklerini belirtmektedir ” (…)
Sonuç olarak; aile içi şiddete maruz kalan bireyler yasalarla, kamu kurumu ve kuruluşları aracılığıyla, gönüllü kuruluşlarla korunmaktadırlar. Şiddet gören bireyler 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun ile koruma altına alınmışlardır, yasaları ve şiddetten korunma stratejilerini aile bireylerinin bilmesi gerekir. Dayak cennetten çıkma değildir !. Bunun gibi bir takım safsatalara inanmayınız, çünkü şiddet bir insan hakları ihlalidir, toplumun ortak sorunudur. Şiddet olgusunda payı olanlar, sahip oldukları duygu durumlarını, tutum ve davranışlarını, değer yargılarını tekrar gözden geçirip irdelemelidirler, çünkü beyinlerde yer alan katılaşmış duygular insanları felakete sürükler. Şiddetten uzak durmak için aile içerisinde bireyler, birbirleriyle veya çocuklarıyla olan ilişkilerinde en azından temel iletişim becerilerini bilmeleri gerekir, çünkü sağlıklı bir aile ve toplumun yolu kaliteli iletişimden geçer !.
Şiddetten uzak bir dünyada buluşmak dileğiyle hoşça kalın. …
Haber Tire ekibi ve tüm basın çalışanlarının 10 Ocak basın gününü kutlar sonsuz teşekkürlerimi sunarım.