Her ne kadar belli bir toplum içinde dünyaya gelmiş olmak bizlere o toplumun değerleriyle hemhal olup kendimizi inşa etme imkanını sağlıyor olsa da, bu değerlere gösterilen bağlılık ve entegrasyon her birey için aynı ölçüde olmayabilir. Böylelikle kimi bireylerin mensubu oldukları toplumların değer yargılarına verdikleri öneme göre toplumla uyumu da farklı olacaktır. Zira, akıl varlığı olarak insan, doğup büyüdüğü değerler ortamını kritik edebilme yeteneğiyle bu değerleri reddedip alternatif bir dünya görüşü arayışına da girebilir. Bu doğrultuda kimi kişi ve grupların başka ideolojilere ve hatta dine kanalize olduğunu görebilmek de mümkün. Bununla birlikte hiçbir birey, değer yargılarından bağımsız bir dünya görüşü ve yaşam stratejisine sahip olduğu iddiasında da bulunamaz. Bu bağlamda, Alman filozof Nietzche ile popülerlik kazanan nihilizm (hiççilik) de bir değer yargısıdır.
“Yaşamda eleştiriye tâbi tutularak analiz edilmesi gereken en önemli disiplin, dindir. Fakat, öz kaynaklara başvurulmadan ve gerekli analitik çözümleme yapılmadan kabul edilen ve reddedilen de en önce dindir.”
Bizim (Türkiye Toplumu) Değer Yargılarımız Nedir?
Tarihsel kaynaklara baktığımızda Sultan Alparslan'ın 1071 yılında Bizans'ı hezimete uğratarak Malazgirt Zaferi'ni kazanmasının Anadolu'nun İslamlaşması açısından bir dönüm noktası olduğunu görüyoruz. Bu tarihten sonra hızla yükselen İslam Medeniyeti, Osmanlı Devleti ile beraber tarihinin en parlak dönemini yaşamıştır. Sonraları ise öz kaynaklarından uzaklaşması neticesinde başlayan iç karışıklıklar ile imparatorluk çalkantıya girmiş ve dünya milletleri arasındaki maddi ve manevi değerini de yitirmeye başlamıştır. Bu doğrultuda, Tanzimat ile başlayan batılılaşma sürecini öz değerlerimizden kopuşumuzun en somut adımlarının atıldığı dönem olarak zikredebiliriz. Sonrasında Islahat Fermanı ve takrîben I.Meşrûtiyet, müslüman Anadolu’nun son derece sinsi planlar neticesinde seküler bir kimliğe doğru evrildiği aşamalar olarak ifade edilebilir. Abdülhamit’in I. Meşrûtiyete son vererek batılılaşma sürecinin önüne geçmeye çalışması bu rüzgarı engelleyememiş ve 1908’de Jön Türkler’in etkisiyle II. Meşrûtiyet ilan edilmiştir. Bu tarihten itibaren dışsal destek ve müdahale ile daha köklü bir şekilde kurumsallaşmaya başlayan batılılaşma/sekülerleşme süreci Cumhuriyet ve sonrasındaki inkilaplarla(!) son şeklini almış ve mayası İslam olan toplumumuzu kendi öz değerlerinden uzaklaştırmıştır.
Söz konusu dönemde izlenen politikalar ile geçmişimizle aramıza sert duvarlar örülerek özümüz ve tarihimiz unutturulmaya çalışılmıştır. Bu dönemde izlenen baskıcı politikaların kısmen haklı gerekçeleri olsa da, asıl ve temel amacın toplum ve din arasında var olan güçlü bağın yapı söküme uğratılması olduğu su götürmez bir gerçektir. Söz gelimi, medrese eğitiminin bu dönemde kaldırılması, eğitim sistemimizin köklerine dinamit yerleştirilmesi gibidir. Üzerinden bir asır geçmesine karşın hâlâ olumsuz etkilerini görmekteyiz. Fakat buna rağmen çözüm adına farklı müfredatlar geliştiriliyor, aynı hatalar yapılıyor ve son derece anlamsızca olumlu sonuçlar bekleniyor. Eğitim sistemimizdeki kısır döngüye ilişkin olarak yakın zamanda Hakk’a yürüyen, akademik çevrelerce son derece büyük bir düşünür ve filozof olarak kabul edilen sosyolog Alev Alatlı’nın sözlerini alıntılamayı uygun görüyorum. Şöyle diyor Alatlı: “Batı merkezli, Batıdan çıkan, pragmatist, din ile bilim arasına inanılmaz bir mesafe koyan eğitim sistemlerinin büyük facialara neden olduğu açık. Bakın medreselerde din ve bilim birlikte okutulurdu; bu şaka değildir. Ne zaman değişti? Tanzimat’ta!”
İşte tüm bu saydıklarımız bizi biz yapan asli değerlerimizden kopuşun ve planlı bir sürecin olabilecek en kısa özeti. Söz konusu tarihsel süreç Milli Eğitim müfredatında her ne kadar allanıp pullanarak tertemiz zihinlere dikte edilse de, toplumsal yapımızda görülen derin ahlâkî çöküş gelinen noktada inkilapların bizlerden bir çok şeyi alıp götürdüğünün en büyük kanıtı olarak görülmelidir. Bir çok yazımda ifade ettiğim üzere, hangi disiplin ve ideoloji olursa olsun, yaşama dair bir plan ve program dahilinde ortaya çıkıp yaşamın anlamını ve ölüm hadisesini anlamlandıracak bir yaklaşıma sahip değilse, burada insanlığa yarar sağlayacak bir şeylerin olduğunu söylemenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü yaşam bir imtihan, varoluş insana yöneltilmiş bir sorudur. Mühim olan bu sorunun cevabını verirken, akıl ve sinedeki vicdanları da tatmin edebilmektir.
Ne Yapmalı?
Aslî değerlere dönüş ve böylelikle toplumsal dönüşüm imkansız ve olanaksız değil; değişim anlamsız ve gereksiz değil; ve dahi değişim hiç olmadığı kadar elzem ve zarurî. Zîrâ, dünyanın gidişatını değiştirecek bir irade ancak ve ancak Türkiye toplumunda var. Dünyadaki zûlme karşı koyabilecek güçlü bir duruş ve karakter Türkiye toplumunda var. İslam toplumlarını ayağa kaldırabilecek irade ve hamle gücü ancak bu topraklarda var. Dünyadaki adaletsizliğe çözüm üretebilecek müktesebat ve birikim, gücünü İslam’la yoğrulmuş tarihsel geçmişinden alan Türkiye toplumunda var. Ancak bir şartla; aslî değerlerimize geri dönerek ve bu değerlerimizi yaşamın özel, toplumsal ve kurumsal her anına ve alanına yansıtarak. Bunun için de yüksek bir bilinç, yüksek bir irade ve yüksek bağlılık gerekiyor. Bu bağlamda Kur’an’da geçen şu ifadeleri alıntılamayı son derece anlamlı buluyorum: “Bir toplum kendi durumunu değiştirmezse, biz onların durumunu değiştirmeyiz.” Rad Sûresi/11
O halde hep beraber ontolojik var oluşumuzu ve ölüm gerçeğini anlamlı bir temele oturtarak yaşama mânâsını veren aslî değerlerimize dönelim.
“Hüküm sadece Allah’a aittir. O, size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Yusuf Sûresi/40
Saygı, sevgi ve hürmetlerimle…