Çoktandır görünmüyordu.
Doğrusu merak ediyordum.
Neredeydi?
Neden görünmüyordu?
Öğrendiğimde de bir hüzün kapladı içimi.
O bizim mahallenin Seyfi Babasıydı.
Ne yazık ki bizi bırakıp sonsuz yolculuğa çıkmıştı.
Ona ben dahil mahallenin tüm yaşayanları saygı duyardı.
Onunla ilk tanışmamız sanırım beş yıl önceydi.
İş çıkışı eve dönüyordum.
Sokağın başında hiç alışık olmadığım bir manzara beni karşılamıştı.
Üç tekerlekli bir bisiklet.
Bisikletin önünde kare şeklinde bir kasa.
Kasanın etrafında dört köşesinden yukarı çıkmış parmak kalınlığında demirler.
Hepsi bembeyaz. Kar gibi. Yağlı boya ile boyanmış.
Her dört kenarın çubuğuna sarılmış canlı gibi duran çiçekler.
Rengarenk.
Cıvıl cıvıl.
Küçücük papatyasından, patına hatta nadide orkidesine kadar.
Özenle sanki gelin arabası süslenir gibi süslenmiş.
Bisikletin ön tarafında sürekli çalan küçük bir el radyosu.
Genellikle Anadolu’yu yansıtan türküler çalıyor.
Ama zamane görgüsüz arabalardan çıkan “çıstaka çıstak” türü değil.
Mütevazi.
Kendi halinde.
Kimseyi rahatsız etmemek istercesine.
Arabanın hemen önünde sahibinin el becerisini gösteren güzel bir yazı “SEYFİ BABA”
Gözünde tertemiz, silinmiş gözlükleri.
Başında kendisini güneşten koruyan süt beyaz şapkası.
Kıyafeti son derece temiz.
Pantolonu ütülü.
Ayakkabıları ise boyalı.
Sahi size Seyfi Babanın mahalledeki işini söylemedim.
Seyfi Baba, mahalledeki çöp bidonlarından sorumlu bakan diyesim geliyor.
Çünkü o her bidonun yanına yaklaştığında bisikletli arabasının özel bölmesinden çıkarttığı eldivenlerini takar.
Yine ağız kısmı için maskesini kullanmadan kesinlikle bidona yaklaşmazdı.
Mesleğini aşkla yapan bu adama çocukların sevgisini, büyüklerin saygısı gerçekten görülmeye değerdi.
Galiba işini aşkla yapanlar Seyfi Baba gibi tek tek beyaz atlara binip gidiyorlar.
Sahi
Hiç düşündünüz mü mesleğinizi ne kadar aşkla yaptığınızı?