Gezi Parkı eylemlerinde Ethem Sarısülük'ü başından vurarak ölümüne yol açan ve hakkında 7 yıl 9 ay hapis cezası verilen polis memurunun şikâyetiyle Sarısülük ailesi hakkında 10 yıl 5 aya kadar hapis cezası istemiyle dava açılmış. Öncelikle komik bir dava. Acaba onca korumanın arasında oğlunun katilini nasıl darp edip yaralamışlar, merak ettim. Görüntüler ortada. Polis vurarak öldürüyor. Öldüren 7 yıl ceza alıyor(yakında iyi halden salıverilir), katile hakaret edenlere toplam 42 yıl. Azıcık vicdan. Bir evladı öldürülüyor. Elini mi sıkacaklardı katilin? Birleşmiş Milletlerde bilmem ne oylaması kaybetmişiz, İspanya kazanmış. İyi olmuş! Hangi yüzle, neyi temsil edeceğiz? Bu hukukla mı, bu baskıcı rejimle mi? Şehidin ailesine haciz gönderen, gazinin elektrik borcu için sayacını söken, dayak atan polise dayak yiyenden az ceza isteyen hukuktan ne beklenir. Bakalım bu acı davanın sonu nasıl bitecek.
Gezi olayları için düzenlenen eylemin ardından bir grup metroda slogan atıp şarkı söylüyor. Grubu bıçak ve gaz tabancası ile iki kardeş "Sesini çıkaranı doğrarım, susacak mısınız yoksa deşeyim mi?” deyip tehdit ediyor. Kavga çıkıyor. Savcılık iki kardeş için 30 yıl, çıkan kavga sırasında iki kardeşi darp ettikleri gerekçesi ile protestocu 6 kişi için 60 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıyor. Yani diyor ki niye müdahale ettiniz, istediklerini doğrayabilirler, sesinizi çıkarmayacaktınız.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 17 Aralık soruşturmasına takipsizlik kararı verdi. Bunun yanında şüphelilerden elde edilen eşya ve paralar da iade edilecek. Aslında devlet paraların faizini de ödemeli. Türkiye'de hırsızlık minare, adalet kılıf oldu. Helal sana savcı bey. Suç unsuruna rastlamamışsın. Size göre hiç suç işlenmemiş. Para sayma makineleri, milyon dolar ve eurolar suç unsuru değil. Doğru, suç unsuru deyip de sonra bir de sürülmekle mi uğraşacaksın. Ne bekliyorduk ki? Hırsızlık, rüşvet, yalancılık, adam kayırma ve haramın baş tacı edildiği, günahların gemilerle taşındığı, ultra lüks uçaklarla uçurulduğu, saraylarda ağırlandığı bir dönem yaşıyoruz. Tüm bunlar Allah, peygamber diyen, 5 vakit namazlarından, umrelerden, haclardan vazgeçmeyen dini bütünlerin himayesinde yapılıyor. Kim oy veriyorsa öbür dünyada vebalini paylaşacak. Orada tek hâkim Allah var.
Ve toplumsal olaylara müdahale eden güvenlik güçleri Alman modeli örnek alınıp geniş yetkilerle donatılıyor. Örneğin polis molotof kullanan eylemciye doğrudan ateş edebilecek. Hâkim kararı olmadan evleri arayabilecek. Somut delil yerine “makul şüphe” yeterli olacak. Tutuklamalar kolaylaşacak. Telefon dinlemeleri yaygınlaşacak. Daha düne kadar kendileri telefon dinlemelerinden şikâyet ediyordu. Elbette gösterilerde molotof kullanımı yanlış. Ancak polisin görevi suçluya ceza vermek mi? Suçun oluşumuna engel olmak ve suç işleyeni yakalayıp yargıya teslim etmek mi?
Artık kişi özgürlüklerine ve haklarına elveda demek üzereyiz. Demokrasinin bittiği yerdeyiz. Toplumsal olayların nedenlerini irdeleyip çözüm üretmek yerine sonuçlardan yola çıkıp polislerin silah kullanması kime, ne kazandıracak? Küçücük çocukların eline bu molotofları verenleri ortaya çıkartmak daha doğru değil mi? Emniyet güçleri, istediği an evimize dalıp özel hayatımıza girecek. Ayaklar baş oldu, demişti bir siyasetçimiz. Sanırım bu yargı için söylenmiş. Hak arayanlara: Anayasa mı? O da neymiş. Ya insan hakları? Hadi oradan çapulcu, haşhaşi, paralelci ya da Ergenekoncu. Suçsuzlar yargılanıyor, suçlular masum. Devletin hangi kurumu güvenilir? Vukuatı olmayan, şaibeye karışmayan neresi kaldı? “ADALET” BU ÜLKEDE SADECE KADIN ADI ARTIK BANA GÖRE.
Yıl 1933. Atatürk Bursa Nutku’nda bakın ne demiş: “Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu "Bu ülkenin polisi, jandarması, ordusu, adalet örgütü vardır." demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir." diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, "demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek." Onu hapse atacak. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir." İŞTE BENİM ANLADIĞIM TÜRK GENCİ VE TÜRK GENÇLİĞİ.”