Her ne kadar yazımızın başlığı merhum başbakanımız Bülent Ecevit’e atıfta bulunsa da konumuzu temellendirme adına 5 Ocak 1961 tarihli ve 222 sayılı “ İlköğretim ve Eğitim Kanunu” na bir göz atmamız gerekir.
İlgili kanun hükmünde ortaokul mezunu olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına, ilkokullarda; lise mezunu olan vatandaşlara ise orta dereceli okullarda “vekil öğretmenlik” yapabilme ehliyeti verilmiş olup bu ehliyeti alabilmek için kısa süreli kurs programları tertiplenmiştir.
1974-1975 yılına geldiğimizde ise öğretmen yetiştirme programları 2 yıllık/3 yıllık Eğitim Enstitülerine verilmiştir. Tarihler 1982 yılını gösterdiğinde ise müstakil öğretmen yetiştirme programları üniversitelerin eğitim fakülteleri bünyesine bırakılmıştır.
Tarih silsilesini dikkatle takip ettiğimizde özellikle 70 ‘li yılların ülkemizin politik, siyasal tarihi için ne denli zor zamanlar olduğunu, neredeyse toplumsal kutuplaşmalar sebebiyle hiçbir eğitim programının sağlıklı bir şekilde işlemediğini ve dolayısıyla okulların mezun çıkaramadığını göz önünde bulundurmak gerekir. İşte bu kısır dönem neticesinde 1978-1979 yıllarında yaşanan öğretmen açığını doldurmak için “Hızlandırılmış Eğitim”, “Mektupla Eğitim”, “Akşam Eğitimleri” gibi kavramlar ortaya atılmıştır.
Ayrıca 1978 yılında neredeyse 45 günlük bir eğitim sürecinin sonucunda lise düzeyi mezunlarının köylerde öğretmen olarak görevlendirildiği (yaklaşık sayı 76.000 kişi) ve bu görevlendirmelerin mevcut öğretmen sayısının içerisindeki oransal payının %40 olduğu bilinmektedir.
1980 yılında sona eren bahsi geçen hızlandırılmış, teorik ağırlıklı programlar neticesinde 120.000 kişi öğretmen olma ehliyetine sahip olmuştur.
Sürecin siyasal neden ve sonuçları yıllardan beri süregelen bir tartışma konusu olsa da bizim için asıl mesele bu sıkıştırılmış, denetim yönünden oldukça eksik, uygulama esasından uzak, kuramsal bilgilere boğulmuş öğretmen yetiştirme programının nasıl öğretmenler yetiştirdiği ve bu büyük rakamın katlanarak kaç öğrencinin eğitim hayatını, akademik kariyerini ezcümle geleceğini etkilediğini anlamlandırmaya çalışmaktır.
Yakın tarihimizde yaşanan, kimilerine göre eğitimli insan eksikliğinden kaynaklanan, kimilerine göre ise siyasal sebepleri olan bu alımların netice itibariyle eğitim sistemimize ket vurduğu gerçeği hiçbir zaman enine boyuna tartışılmamış, tartışılsa dahi her zaman konu bağlamından koparılarak ele alınmıştır.
Birçok öğrenci kuşağının eğitim hayatını etkileyen bu alımlar maalesef yöntem ve içerik değişse de günümüzde de devam etmektedir. Eğitim fakültelerinin eğitim programlarından mezun olmayan hatta pedagojik formasyonu dahi bulunmayan kişiler eğitim kurum ve kuruluşlarımızda öğrencilerimizin, geleceğimizin eğitim hayatına sirayet etmektedir.
Öğretmen yetiştirme programlarının milli eğitim sistemimiz açısından taşıyıcı bir kolon olduğunu hatırlamak ve bu yönde uygulamaları hayata geçirebilmek dileğiyle.