“Bir el… Bir el ki yokluk içinde çırpınıyor. “Ötekini” bekliyor. Merhamet dolu yüreklerden, varlık dolu hayatlardan bir umut istiyor.
Yokluk hiçlik midir? Tabiî ki değildir. Ama bir elin uzanmadığı diğer bir el, bir kapının çalınmadığı yuva hiç olmasa da, hiçliğe doğru giden bir yaşamdır. Evet hayat herkese adil davranmıyor. Ve bazılarına yaşam altın bir kasede sunulurken bazılarına da kolay kırılabilecek billur ince bir cam kasede sunuluyor. Ama Allah u Teala hiçbir kulunu yalnız bırakmaz. Birinden aldığını diğerine verir. İnsanoğlunun yüreğine öylesine bir merhamet ve şefkat duygusu vermiştir ki, bu yüce duyguların farkında olanlar, yardıma muhtaçları yalnız bırakamaz. Elindekinin değerini bilen ve şükreden insanlar: Yokluk içinde ne yapacağını bilmeyen ve kuş gibi çırpınan yüreklere deva olurlar.
Açlık ve tokluk! Hayatın adil davranmadığı, bazen unutulduğunu düşündüğümüz hayatlar; karanlık bir denizde ve bilinen bir yolculukta savunmasız ve korunmasız bir biçimde kaderlerini yaşarlar. Onlar, açlık içinde yokluğu da yaşarlar. Bu, manevi bir açlık değildir. Kabullenilmiş kaderin getirdiği birtakım şanssızlıklar ve bahtsızlıklardır. İşte bu insanlar, dört duvarın içinde neleri yaşadığını bilmediğimiz insanlardır. Beklide bunlar, bizim komşumuz arkadaşımızdır. İçinde Allah sevgisi ve merhamet duygusu olan, çevresine şöyle bir dönüp bakmalıdır. Dünyada olup bitenleri bilmeli, kimin nerede, ne durumda olduğunu gözlemlemelidir
Varlık içinde olup “yardım etme “ alışkanlığına veya tabiatına sahip olmayan insanlarımız var. Bu yüce duyguyu herkes taşıyamayabilir veya taşısa da farkında olmayabilir. Bu duygu, bazen bencillik denen ağır taşlar altında saklanmıştır. İnsanın yüreğinde aslında kocaman bir iyilik yuvası vardır. Yapılan iyilikleri burada saklamadıkları için yuvanın taşları bir artar bir azalır. Ama bencillik duygusuyla hareket edenlerin gönül yuvasında ise taş taş üstüne bindiği için yer kalmamıştır. O taşları merhamet duygusuyla eritip yüreklere sevgi tohumları ekmeliyiz. Büyüttüğümüz tohumlar gün gelip bir gül misali goncasını yarıp güzelliklere ve aydınlık semalara açılır.
Hayatını hep kış mevsimi ile geçiren bir çocuk… Kışın ardından hiç bahar gelmemiş, yüreğindeki karlar eriyip bir türlü coşkun ırmaklara dönmemiş. Buz kesmiş her yeri… Yüreği buz gibi soğumuş bir hayat… Umut için yaşayan, bir şeylere tutunmak için mücadele eden küçücük bir yürek… Yürekler acısı…
“Solgun, bitkin ve çaresiz olan çocuk annesine sordu”:
-Mutluluk nedir, anneciğim?
-Yavrum, mutluluk bahar gibidir. Hem dünya güzelleşir hem insanlar neşelenir hem de gökyüzü onlara yukarıdan mavi mavi gülümser. Tabiatın coştuğu bu mevsimde insanlar kederlerini unutur, sevinç içinde yaşarlar.
-Peki bizim baharımız hiç gelmeyecek mi?
-Elbette gelecek… Baban bu hastalığın pençesinden kurtulup hayata döndüğünde ilkbaharımız olacak. Sonra sen, yine okula gidecek ve ilerde çok iyi bir doktor olacaksın. Bu da ikinci baharımız olacak. Ben yine size güzel yemekler pişirip, sobamızın yanında sıcak çayımızı içeceğiz. Kardeşinle sen oyunlar oynayıp güleceksiniz bende bundan keyif alıp sizleri gıdıklayacak ve hep birlikte evimizde mutlu olacağız. İşte bu da üçüncü baharımız olacak. Sonra diğer baharlarda onları kıskanıp ardı sıra gelmeye başlayacaklar.
-Anne, peki bunlar ne zaman olacak?
-Birileri bize yardım eli uzattığında…
Bize uzanan elleri yada bizim uzattığımız elleri sımsıkı tutalım, hiç bırakmayalım. İnsanları çıkmaz sanılan karanlıklardan, dehlizlerden çıkaralım. Çıkaralım ki saçtığımız yardım tohumları etrafa saçılsın her bir karış toprağı yeşertsin. İnsanların düşlerini gerçeğe dönüştürüp, hayatlarını bahara çevirsin.”
MELAHAT YILMAZ