Son zamanlarda televizyonlardan sosyal medyaya, sokaklardaki pankartlardan taşra siyasetçilerinin söylemlerine ve hatta ülkenin siyasal iklimi nedeniyle küçücük yaşta bile ülkesinin gündemini takip etmek zorunda bırakılan çocuklara kadar neredeyse hepimizin siyasi kelime dağarcığına yeni bir kavram eklendi: “Türkiye Yüzyılı”.
Peki nedir bu Türkiye Yüzyılı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Türkiyenin 2023 yılı ve sonrasındaki vizyonunu, uzun vadeli hedef ve geleceğini ifade etmek için kullanılan bu kavram her ne kadar kulaklarımıza yeni yeni çalınmaya başlamış olsa da aslında bizler bu kavramın etkisini son yirmi yıldır yaşayarak deneyimliyoruz.
Bu deneyimi tarihsel süreci bağlamında ele almak ve yazının sonunda “Türkiye Yüzyılı”nın yaşamlarımızda ifade ettiği gerçek anlamı görmek için önce biraz eskilere gidelim…
Henüz iktidara gelmeden önce Refah Partisi milletvekilliği yaptığı sıralarda onu kamuoyunun gözünde bu kadar tanınır hale getiren konuşmalarının ana kaynağını Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığından alan Erdoğan, iktidar olmasıyla birlikte ilk iş olarak kendisinden önceki “Eski Türkiye”ye ait ne kadar değer birikimi ve kurum varsa birer birer kapılarına zincir vurmakla veya toplumsal yaşamdan söküp atmakla başlayan siyasi kariyerini en nihayetinde Atatürk’ten devraldığı koltukta otururken Atatürk’e ve Cumhuriyetin kurucu kadrolarına ağır hakaretler edebilecek bir noktaya kadar sürdürdü.
Örneğin; henüz 1994 yılında yaptığı bir konuşmasında aynen şöyle diyordu:
“Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek! Sen bunun önüne geçemezsin ki! Yani zorla bu milletin elinde tutmaya gücün yetmez… Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar…” (Erdoğan’ın bu tür konuşmaları için bkz. “İşte Tayyip 94”, Milliyet, 21 Ağustos 2001, s.16; “Bu Sözler Tayyip’in”, Milliyet, 21 Ağustos 2001, s.1)
Erdoğan siyasi hayatı boyunca sık sık Atatürk, laiklik ve cumhuriyetle ilgili skandal söylemlere imza attı ama belki de en çarpıcılarından biri 2013 yılında partisinin grup toplantısında kullandığı şu sözlerdi:
“İki tane ayyaşın yaptığı yasa sizin için muteber oluyor da inancın emrettiği gerçek niçin reddedilmesi gereken bir olay haline geliyor”
Devletin yalnızca yönetim şeklini değil üniter yapısını da sık sık hedef aldı:
“Sen yıllarca ‘Ne mutlu Türküm diyene’ dersen, kaidedir, etki tepkiyi doğurur, öbürü de ‘Ne mutlu Kürtüm diyecek’…” demişti. (“Tayyip Unutmuş” 27 Nisan 2002, s.19)”
“Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız…” demişti. (“Erdoğan, Milliyetçilik Ayak Altında”, Hürriyet, 18 Şubat 2013)
Halkın tamamına yakınının hassasiyetlerini göz önünde bulundurmak yerine hitap ettiği belli bir radikal çevrenin gönlünü hoş etmek için aynı yıl çok daha fazla örneğini kolaylıkla hatırlayabileceğimiz birbirinden korkunç cümleler kurmaya devam etti:
“Bunlar dünyaya bakmıyorlar. Gelişmiş ülkelere baktığınızda eyalet sistemi korkusu yok… Eyalet sistemi tarihimizde vardır… Osmanlı, Kürdistan, Lazistan demiş…” (“Erdoğan’dan Eyalet Sistemi Açıklaması”, www.haber7. com, 29 Mart 2013)
Erdoğan bu tarz söylemlerde bulunurken çözüm süreci adı altında ülkenin her bir noktasında terör propagandası yapılıyor ve Türkler, Türk olduğunu söylemeye korkar bir psikolojik duruma sokulmaya çalışılıyordu. Teröristlerin ayağına mahkeme götürecek kadar yargılama hizmeti sunan ve bugün bile her düşündüğümüzde kalplerimizi acıtan "çadır mahkemeleri” skandalları mı yoksa sınırlarda davul zurnayla karşılanan teröristlerin görüntüleri mi daha utanç verici, bu ülkenin aklı fikri ve vicdanı hür vatandaşlarının kararına kalmış…
“Tek parti döneminin zulmü yazılı belgelerde de mevcuttur. Camilerin nasıl kapatıldığını, kılık kıyafete nasıl müdahale edildiğini milletimiz iyi hatırlıyor. Karanlık geçmişinizle gurur duyabilirsiniz. Buna bir şey diyemeyiz. Ama zulümle ve baskıyla dolu geçmişinizi meşrulaştırmaya kalkarsanız belgelerle gereken cevabı veririz.”(24 Nisan 2012 tarihli grup toplantısı)
“Biz bunların tarihini, cemaziyülevvellerini biliriz. Bunların Anadolu topraklarında camileri nasıl ahır yaptıklarını iyi biliriz.” (R.Tayyip Erdoğan, 2011, 2012, 2013)
“1940’lı yıllar boyunca milletin değerlerine, milletin kutsallarına karşı bir savaş yürütüldü. Kuranı Kerim'i öğrenmek de, öğretmek de okumak da yasaklandı. Ezan aslına aykırı bir şekilde çevrildi.” (R. Tayyip Erdoğan, 30 Eylül 2012)
“Dil Devrimi adı altında Türkçemiz, tatsız tuzsuz, ruhsuz, renksiz kelimelerin tasallutuna sokularak milletimizin kadim medeniyetiyle arasındaki bağ zayıflatılmaya, hatta koparılmaya çalışılmıştır. Yani bizim aslında damarlarımız kesilmiştir. Tarihten olan bağımız kesilmiştir...” (R. Tayyip Erdoğan, 15 Mart 2018)
CHP susuzluk demektir. CHP çöplük demektir. CHP hava kirliliği demektir. Sen benim vatandaşımı tezekten kurtarıyor musun? CHP demek tezek demektir. (R. Tayyip Erdoğan, 28.04.2018)
Erdoğan’ın yukarıda okuduklarınıza benzer söylemlerini başlı başına bir kitap olarak ele almak gerekir. Ben bunların bir kısmını tarihsel zaman akışı içerisinde kendisinin esas portresini daha net görebilmemiz için buraya yerleştirdim. Son yıllarda her birimizin gönlünde birer yaraya dönüşen daha nice örneği, konuşması, davranışı akıllarımızdadır.
Erdoğan işte böyle bir zihniyetin ürünü olmasına rağmen son yıllarda, özellikle 15 Temmuz’dan bu yana adeta Atatürkçü rolleri oynamaya başladı. Hatta yeri geldi yıllardır Atatürkçülükten gram ödün vermemiş nice komutana, yazara, aydınlarımıza, siyasetçilere Atatürkçülük dersi vermeye kalkıştı. Bu yüzden meselenin tarihsel kökenini bilmeyen yurttaşlarımız gerçekten de Erdoğan’ın ideolojik bir değişim yaşayabileceğine ihtimal veriyorlar. Oysa unuttukları en önemli husus Erdoğan’ın Türk siyasetinin belki de en pragmatist siyasetçilerinden biri olduğu gerçeği.
Uzun lafın kısası: siyasi hayatının gençlik yıllarından itibaren karşı devrimci yapıların içinde yer alarak mücadele ettiği mahalleyi hiç terk etmeyen, kendisini var eden hocasına dahi ihanet ederek “milli görüş gömleğimi çıkarttım” dese bile 2006’lardan itibaren sık sık milli görüş referanslarıyla hocasının siyasi çizgisinde ilerlemeye çalışan Erdoğan aslında siyaseti bir çıkar ve oy toplama stratejisi olarak gördüğü için zaman üstü bir değerler yargısına sahip değil. Bunun sonucu olarak da birbiriyle çelişen onlarca açıklama ve eylemi içinde barındırıyor. Atatürk konusu özelinde, yukarıdaki cümlelerin tamamen karşıtı olan ve yine Erdoğan tarafından zikredilen cümlelere bu yazımda yer vermeyeceğim çünkü artık bunları kendisinden sık sık duymak mümkün.
Onca hakaretin ve laiklikle mücadele ederek geçmiş bir siyaset mücadelesinin ardından 2016 yılında kabul edilen anayasa değişikliğiyle birlikte ülkemizin siyasal rejimini tamamen alt üst eden "başkanlık sistemi” beraberinde tam olarak yazımızın da ana izleğini oluşturan “Türkiye Yüzyılı” kavramını getirdi. Yani Erdoğan mimarı olduğu yeni Türkiye’yi işte bu kavramla özetliyor.
Yeni Türkiye’de Türk gençleri intihar ediyor, KYK’lar öğrencilerin en çok güvende olması gereken alanlar değil de en riskli olduğu alanlar haline dönüşüyor, işçi ölümleri her geçen gün giderek artarken, tamamen yok olan “orta direk” sınıfı hayatta kalma mücadelesini iyice yitiriyor, rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk gibi suçlamalar hayatın günlük akışının bir parçası oluyor…
Kadın ve çocuk cinayetlerini, artık zerre tahammülümüzün kalmadığı taciz tecavüz vakalarını saymaya bile gerek yok fakat Türkiye’nin bir kaç gün önce şahitlik ettiği dehşet verici cinayet haberini hatırlamak gerekir. Akıl hastası bir katil, gencecik iki kızı vahşice katletti. Henüz Narin Güran cinayetinin yarattığı infial dinmemişken yeni bir şok yaşayan ulusumuz sokaklarda yürümenin bile taşıdığı potansiyel olasılıkları düşünür hale geldi.
Bugün yaptığı grup toplantısında “Bu cezasızlık konusunu artık çözmemiz gerekiyor. 3-5 ay yatar çıkarım algısı iyice yerleşmeden sorunu çözmemiz şart. İnfaz düzenlemelerini yaparak meclise getirin” şeklinde konuşan Erdoğan adeta aklımızla dalga geçiyor. Çünkü pandemi döneminde türlü çeşit bahanelerle sokağa salıverdiği binlerce suç makinası bugün aramızda elini kolunu sallayarak dolaşıyor.
Dünyaca ünlü uyuşturucu baronları Türkiye’yi özgürlükler ülkesi olarak gördükleri için istedikleri gibi at koştururlarken gazeteciler bir yazıları nedeniyle tutuklanıyor ve aylarca hapis yatıyorlar. Kendi yandaşları devletin bütün olanaklarından “devletin malı deniz, yemeyen domuz” mantığıyla yararlanırken bu olanakların asıl sahibi olan Türk halkı yoksulluk sınırının kat kat altında bir asgari ücret ile yaşamaya mahkum vaziyette can çekişiyor.
Türkiye, antidepresan kullanımında birinci sırada. İnsanlar toplumsal bir cinnet halinde. Trafikte haklı olmanıza rağmen korna çalarak tepki gösterdiğiniz biri arabasından çıkarttığı silahıyla çocuklarınızın gözü önünde hayatınızı sonlandırabilir. Ya da yoldan geçen tanımadığınız birisi sizi bıçaklayabilir. Çocuğunuz hiç tanımadığı bir akranı tarafından hayatı boyunca unutamayacağı bir şiddetin kurbanı olmuş şekilde eve dönebilir. Hayatınızın kararması için tek bir kişinin sizi takıntı haline getirmesi yeterli. Önceden kadınlar için geçerli olan bu husus, toplumsal halet-i ruhiyenin cinnet boyutlarına varmasıyla birlikte artık herkes için geçerli.
Terör her ne kadar büyük ölçekte temizlenmiş gibi görülse de paramiliter yapılar ABD’den ve AB’den aldıkları eşi benzeri görülmemiş finansal yardımlarla hiç olmadığı kadar büyük bir yapılanma içine girmiş vaziyette. Suriye’de PKK devletinin kurulması yönündeki çabalar gün geçtikçe hızlanıyor. General Osman Pamukoğlu’na göre yetmiş bin kadar PKK askeri bölgede varlığını devam ettiriyor.
Ulusal ve beynelmilel anlamda böylesine ciddi sorunların bizi beklediği bir durumda Erdoğan dış politikada hiç olmadığı kadar yalpalıyor ve gittikçe güç kaybeden iktidarını korumak için iç politikada hamasi söylemler üreterek gerçek tehlikenin üstünü de dolaylı yoldan örtmüş oluyor.
Yazının en başından bu kısma kadar tarihsel bir bağlamda açıklamaya çabaladığım “Türkiye Yüzyılı” aslında örneklerini kendi ailelerimizde görebileceğimiz kadar basit bir yalınlık düzeyinde iflas etmiş durumda. Başlamadan bittiğini söylemek mümkün.
Ulusumuzun ise belki ekonomik sebepler belki de tüm bu gerçekleri görmeye başlaması sayesinde 31 Mart seçimlerinde bir değişimin işaret fişeği yakılmış vaziyette. Bakalım bu değişim talebinin devamı, günden güne eriyen “Türkiye Yüzyılı”nın sonunu ne zaman getirecek. Bu yazıyı, iki gün önce hepimizi yasa boğan İkbal Uzuner cinayeti sonrasında görüştüğüm bir arkadaşımın bana yazdığı ve hepimizin kendisine sık sık sorması gereken cümleleri içeren bir mesajla bitireceğim:
“Bir devlet düşün ki ne sınırını, ne ekonomisini, ne gencini ne yaşlısını ne de hayvanını koruyabiliyor. Doğasını zaten geçtim, gencecik evlatlarını serserilere kurban veriyor. Böyle bir gerçeklik varken sen orada ne devlet ara ne hükümet!”