Değer yargılarından bağımsız hareket eden birey düşünülemez. Beşerî yahut ilâhî, ekseriyetle insanlığın kendisini bağlı hissettiği bir paradigmanın varlığından söz edebiliriz. Ve dahi denebilir ki, değer yargıları, hayata tutunmamızı sağlayarak bize ilham verirler. Bireysel tüm eylem, söylem ve düşüncelerin temeli değer manzumelerine dayanır. Bu bağlamda, hiç bir ideolojiyi benimsememek de bir bakış açısı ve dünya görüşü sayılabilir. (Nihilizm)
O halde evvelâ kritiği yapılması gereken, eylemi gerçekleştiren birey ya da gerçekleştirilen eylem değil, bireyin mensubu olduğu değer sistematiğidir. Odaklanmamız gereken düğüm noktası burasıdır. Dolayısıyla, zihnimizdeki düşünce sistemlerinin ve kavramların anlam çerçevesini ve sınırını belirleyen iç ve dış, yerel ve küresel kodları sorgulamalı ve bu anlam çerçevesinin “hakîkate” nispetini gözetmeliyiz. Böylesi bir metodoloji ile sorunlara eğilmek, bizlere, meselelerin gerçek mâhiyetini anlama kabiliyeti ve derinlemesine kavrayış yeteneği ile büyük empati kazandıracaktır. Doğru ya da yanlış olan ve bizi doğru ya da yanlış eyleme yönlendiren ya söz konusu düşünce sistemleridir ya da bunların iyi yönlerinin bilinçli olarak manipüle edilerek suistimâlidir.
(Aklın varlığını yok saymıyorum yukarıdaki ifâdelerde. Tabiî ki düşünce akıldan filizlenir ve dolayısıyla düşüncenin menbaı akıldır. Aklını kullanarak düşüncelerini şekillendiren, mensubu olduğu değer yargısını kendi irâdesiyle ve son derece titizlikle kritiğini yaparak kendi seçen çok az insan olduğu için, daha ziyâde ilk anda düşüncelerin rüzgârıyla hareket edenlerden söz ediyorum.)
“Doğru” nedir?
Doğru; akıl, mantık ve vicdan ekseninde kabul görmüş her türlü edim olarak tanımlanabilir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, müşterek bir akıl ve vicdan temeline dayanmayan düşünce, ideal ve değer yargıları doğru olarak değerlendirilemez. Haddizatında “doğru” göreceli bir kavram da değildir denebilir. Bilindiği üzere yaşam statik olmayan bir olgu. Bu dinamik fenomen içerisinde “ilâhi” bilgi ve değer yargılarının çizdiği sınırlar haricinde hiçbir bilgi, düşünce, iddia, kavram, yorum ve ideolojiye mutlaklık izâfe edilmemeli. Her dâim akılda tutulup şiar edinilmesi gereken düstûr, “doğru” kabul ettiklerimizin sorgulanması olmalıdır. Yanlışın minimize edilmesi adına bu yöntem elzemdir.
Doğruların sorgulanmadığı, kritiğinin yapılmadığı bir toplumda düşünceye değer verildiği söylenemez. ‘Düşüncenin dürüstlüğü’ ancak doğru kabullerimizin ve hattâ yanlış bulduklarımızın dahi sorgulanması ile ulaşılabilecek bir seviye. Ancak böylesi bir toplum sağduyu ve erdemin şahîkâsı olabilme ayrıcalığını kendinde görebilir; ancak böylesi bir toplumda insana ve dolasıyla insan hak ve hürriyetlerine saygı duyulabilir. İnsan hak ve hukukunun ve onurunun çiğnendiği bir toplum çıkmaza, huzursuzluğa ve kaosa gebedir. Ve son derece ilkeldir böylesi bir toplum.
Kutuplaştırılan İnsanlık
“İnsan, anlamın târihi; târihin anlamı...”
XXI. y.y.’da postmodern dünyanın geldiği nokta, yaratılmışların en şereflisi olan insana yine yaratılmışlar tarafından biçilen rol ve verilen değer ile insanın aşağıların aşağısına düşürüldüğü bir tablo sunuyor bizlere. Temelsiz ve “salt akla” dayalı beşeri ideolojilerden nemalanan, dünya görüşlerini mezkur insan menşeli değer yargılarından devşiren bugünün zâlim devletleri, maddi menfaat uğruna kutsal varlık insanın şerefini, onurunu ayaklar altına almaktan imtina etmemekte ve dahi tüm devlet politikalarını son derece sinsice kurgulanmış yerel ve küresel kurumlarıyla, (BM, NATO v.s.) mazlum milletlerin coğrafyalarını sömürmek üzerine planlamaktadır. Afrika’nın ve İslâm toplumlarının genelinde uyguladıkları alışılagelen politikaları gereği, kendilerine bağlı uydu hükümetlerle emellerini hayata geçirmektedirler.
Temelsiz ve devşirme değer yargılarıyla şekillenen düşünce dünyamız ve edimlerimiz ve en önemlisi bunların tetkikinin yapılmayıp Hakk’a uygunluğunun gözetilmemesi ile insanlık kendine en büyük zulmü yapıyor, irâdesini ve dolayısıyla onur ve haysiyetini kendi elleriyle sömürgeci zâlim uluslara çiğnetiyor ve böylece kendine yabancılaşıyor.
Yazımı, Alman filozof Martin Heidegger’in konuya ışık tutacağına inandığım veciz deyişiyle bitirmek istiyorum:
“Eleştiri ve sorgulama aklın dindarlığıdır.”
Kulağı olan duysun bunu…