İnsan varlığının yeryüzünde küçük toplumlar halinde teşekkülünden bu yana meydana gelen makro ve mikro ölçekteki tüm savaşlar aslında birer paradigma (değer yargısı) savaşıdır. Her ulusun, her devletin geçmişten devralarak yaşamını şekillendirdiği, yanısıra gelene eklenerek sürdürdüğü yâhut geçmişle arasına net bir çizgi çizerek benimsemiş olduğu, çağın modası olan muhtelif bir değer yargısı, düşünce sistematiği ve ideolojisi vardır. Bu paradigma doğrultusunda küçük, büyük hemen tüm uluslar diğeriyle muhabbetine yön verir. Belirli dönemlerde güçlü ilişkiler kurulup ilmî, iktisadî ve kültürel alışverişler yapılmış olsa da insanlık tarihinde çatışmanın olmadığı, masumların kanının akmadığı bir dönemin olduğunu söylemek mümkün değil.
İnsanoğlunun geride bıraktığı son asır olan XX. yy.’a baktığımızda çarpık ve uzlaşının mümkün olmadığı değerler manzumelerinin milletleri nasıl savaşa sürüklediğini ve nasıl bir insanî trajediye sebep olduğunu görmekteyiz. Bu yüzyılda gerçekleşen ve etkisi birçok ulus devlete sıçrayan iki dünya savaşında milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, gerek farklı medeniyetlerden gerekse de aynı medeniyetten milletler bağımsızlık kazanmak, toprak kazanıp askerî ve iktisadî gücünü artırmak ve küresel nüfuz alanını genişletmek adına savaşmışlardır. İçinde bulunduğumuz XXI. yy.’da ise küresel haydut ABD‘nin Irak’ı işgali ve özellikle son on yıl ve şimdilerde Ortadoğu olarak tanımlanan coğrafyaya içeriden ve dışarıdan müdahalelerle bölge ülkelerinde tarifsiz bir kaos, kültürel soykırım ve katliam yapmakta. Daha ziyade batılı devletlerin, doğudan ise Rusya’nın demokrasi ve özgürlük getireceğiz sloganlarıyla manipüle ettiği bölge halkları din, dil, ırk, kültür ve kimlik kaybına uğrayıp özüne yabancılaşırken, hedeflenen ve oluşturulan mevcut konjonktür dış müdahaleyi ve dolayısıyla kültürel işgali ve asimilasyonu kolaylaştırıyor. Ortadoğu halklarına karşı yapılan bu mezalimin iki sebebi var: söz konusu coğrafyanın enerji kaynakları bakımından zengin oluşu ve bölgenin siyonistlerce kutsal kabul edilip hâkimiyet altına alınmak istenmesi. Gelinen noktada ise ikinci sebebin nostalji olarak kaldığını ve birinci sebep uygulanırken (enerji kaynakları sömürülürken) yerel ve küresel tepkileri sindirmek adına ikinci sebebin kalkan olarak kullanıldığını ifade edebiliriz.
Sözünü ettiğimiz iki büyük dünya savaşı özelinde ifade edecek olursak, aynı dine ve değerlere mensup milletlerin kaynaşmak yerine savaşmaları, mensubu oldukları dinlerin temelsizliği ve bundan mülhem dünya görüşleri dışında ne ile açıklanabilir ki. Dinlerin özü iyilik olduğuna göre, istisnalar haricinde ilhamını dinlerden alan değer yargıları nasıl olur da insanları kutuplaştırır. Tek bir yaratıcının kulları olan insanlar nasıl olur da kendinden olanı özne, diğerlerini nesne olarak görüp her türlü zulmü reva görür. Bunun ancak dinlerin insan eliyle değiştirilmesi, insan zihninin ürünü ideolojiler ile halkların manipüle edilmesi ya da dinin açıkça istismar edilmesi ile açıklanabileceğini düşünüyorum. O halde insanları belli oranda kaynaştıran, büyük oranda ise karşı karşıya getiren ve kutuplaşmaya sebebiyet veren değer yargılarını nasıl test edebiliriz? Hangisi doğru/yanlış neye göre hüküm verebiliriz? Bu noktada bizleri nihaî sonuca götürecek ve konsensüs sağlayacak mutlak karar merciî var mıdır? İnsanların yaşamlarını şekillendireceği mutlak bir doğru ve dolayısıyla mutlak bir değer yargısının varlığından söz etmek mümkün müdür?
Çağın Sorunsalı
İnsanlığın bugün içinde bulunduğu bunalım halinin sebebi değersizlik, hiçlik ve hayata anlam verme arayışlarına cevap bulamayışıdır. Ebediyete uğurlanan her kişiyle hatırlansa da çok çabuk unutulan sonlu oluşumuz bizleri anlam arayışı noktasında yanlış yönlere sevkediyor. Bir düşünürün ifade ettiği gibi; ‘Öleceğini bilen tek canlı insan; ölmeyecekmiş gibi yaşayan yine insan.’ Küreselleşen dünyamızda güç odakları insanları istediği yöne çevirmek için elindeki tüm silahlarını müthiş bir sinsilikle kullanıyor. Evimizde otururken izlediğimiz dizi ve filmler ve dahi reklamlar zihnimizi dumûra uğratarak, gaflet ve miskinliğin de etkisiyle anlam arayışı noktasında gerçekleri görmemizi engelliyor. Bir süre sonra yaptığı hiç bir işten keyif alamayan ve bu durumun getirdiği içsel ızdırabı kendisine ve çevresine yansıtan, zamanla da zarar veren ve hatta intihara kadar giden otomatlara dönüşüyoruz. Bu denli kirlenmiş postmodern dünyanın ikliminden uzaklaşmak zor olsa da aklımız ve irademiz bizim elimizde. Hayatı ve varoluşu sorgulamalı, nerden geldim, nereye gidiyorum şeklindeki en içten gelen soruların cevabını bulmaya koyulmalı ve bu aşamada aklımızın ve kalbimizin sesine kulak verip hiçlik, değersizlik, anlamsızlık hislerinden sıyrılıp bize hayat veren,(*1) duygularımızı teskin edip gönlümüzü huzura erdiren ilâhi mesaja kulak vermeliyiz.
Sorunsalın Çözümü:
Bilindiği üzere üç büyük din vardır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet. Aslına bakarsak Allah tek bir din göndermiştir. Diğer iki din, İslam’ın o günkü şekillerinden ibarettir. Kronolojik olarak İslam en son gönderilen dindir. Kur’an’ın bildirdiğine göre Yahudilik ve Hristiyanlık zamanla mensuplarınca içeriği değiştirildiği ve keyiflerince şekillendirildiği için son olarak Muhammed’in (s) elçiliğinde İslam dini gönderilmiştir. Tevrat ve İncil’de geçen ve bir yaratıcıya ait olması mümkün olmayan bölümlerin tamamına ve bunların yorumuna yer vermek bu makalenin hacmini aşacağı için belli bölümler paylaşıp yorumunu sizlere bırakacağım.
Tevrat’ın çelişkileri:
Mesela, insanın yeryüzünde ortaya çıkmış olduğu tarih yaklaşık olarak bile bilinmemektedir. Fakat milattan en az on bin yıl öncesine ait olduğundan hiç bir şüpheye mahal bulunmayan ve insanlara ait olan kalıntılar keşfedilmiştir. Dolayısıyla Tevrat’ın Tekvin bölümünde, insanın başlangıcını (Hz. Adem’in yaratılışını) İsâ’dan 37 yüzyıl kadar öncesine yerleştiren tarihi ve soya ait bilgilerini bilimle bağdaştırmak mümkün değildir. Yine Tekvin’e göre (6,3) Tanrı, tam Nuh Tufanı’ndan önce, bundan böyle insanın ömrünü 120 yıl olarak sınırlamaya karar verir. “Onun ömrü ancak yüz yirmi yıl olacak.” Oysa daha ileride (Tekvin 11, 10-32) Hz. Nuh’un soyundan gelen on ayrı nesle mensup şahısların 148-600 arasında değişen bir hayat süresine sahip oldukları kaydedilir.
Çağdaş bilimle olan uyuşmazlıkların en açık örnekleri (Tevrat’ın bir bölümü olan) Tekvin’de bulunur. Bunlar başlıca üç husustadır:
1-) Dünyanın yaratılışı ve safhaları
2-) Dünyanın yaratıldığı zaman ile yeryüzünde insanın ortaya çıktığı zaman
3-) Tufan hikayesi
İncil’in çelişkileri:
Bilindiği üzere Matta, Markos, Luka ve Yuhanna olmak üzere dört ayrı İncil vardır. Hristiyanlıkta meşhur İsâ’nın göğe çıkma hadisesi vardır. Ne Matta, ne Yuhanna İsâ’nın göğe yükselişinden bahsetmezler. Luka, İncil’inde bu olayın İsâ’nın dirildiği günde olduğunu bildirdiği halde, yine kendisinin kaleme aldığı kabul edilen Resullerin İşleri’nde dirilişinden kırk gün sonraya yerleştirir. Markos’a gelince, o ise bu olayı tarih vermeden zikreder.
Şu halde İsâ’nın göğe çıkmasının İncillerde hiç bir sağlam temeli yoktur.
Çelişkiler bununla da bitmez tabii. Matta ile Luka, İsâ hakkında değişik soy kütükleri verirler.
Kur’an ve diğer kutsal kitaplar:
Evvela şunu belirtmeliyiz ki Kur’an, her müslümana, kendisinden önceki kitaplara (Tevrat ve İncil) inanmasını farz kılmaktadır. Bknz: Nîsa Sûresi/136
Diğer kitapların içeriğinin değiştirildiğini ifade etmiştik. Kur’an’ın korunduğu ise bizzat Allah tarafından taahhüt edilir. “Onu biz indirdik biz. Ve onu korumak da bize aittir.” Hicr Sûresi/9
Ve yine Kur’an’da geçerli dinin İslam olduğu ifade edilir. “Sizin için din olarak İslam'ı seçtim.”
Mâide/3
Örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat ifade ettiğimiz gibi her ayeti buraya almamız bu makalenin hacmini aşacağı için bu kadarıyla yetinmek istiyorum.
Bitirirken;
Hayat bir imtihan; varoluş ise insana yöneltilmiş bir sorudur. Ne mutlu soruyu doğru anlayıp doğru cevabı bulanlara...
Dipnot:
(*1) Enfâl Sûresi/24
Kaynak kitap: (Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim - Maurice Bucaille)
Not: Tevrat ve İncil ile ilgili yazılanlar kaynak kitaptan alıntıdır. Cümleler bana ait değildir.
E-mail: [email protected]
Twitter: @kadirturan_