1930 ‘un son günleriydi..
Hava soğuk mu soğuk..
Kurşun gibi ağır ve kasavetli..
Yaşı 86’ya merdiven dayamış bir ihtiyar..
Sakallarına düşen beyazlar ölümün kesif kolları..
Evinden yurdundan edilmiş…
Yapabilirsin…
Edebilirsin…
Vehimler…
Şüpheler…
Hayır dedikçe..
Parmağını üzerine sallayan haki elbiseli, omzu kalabalık bir paşa…
Aslında Ankara’nın çoktan gıyabında hükmünü verdiği piri fani…
Tıpkı yıllar sonra “sizi buraya gönderen irade bunu istiyor!” deme yüzsüzlüğü gösteren Yassıada Hâkimi Salim Başol gibi…
Tıpkı memleket memleket elleri kelepçelenerek hapishane hapishane gezdirilen Bediüzzaman gibi..
Tıpkı Ankara Ulucanlar cezaevinde kalemi kırılan İskilipli Atıf Hoca gibi..
İstanbul’dan Menemen’e mücrim gibi elleri kelepçelenerek getirilen Hoca’yı bekleyen akıbette aynı olacaktı..
Menemen cenderesi içine alınan inananlar bu fani üzerinden hüküm verilerek zaptı rapt altına alınacaktır.
86’lık piri fani için hüküm verilir. Ama kader Allah dostunu zalimlerin eline bırakmadan melek-i mevt eliyle asli vatanına bir gece uçurur. İdam sehpasını kuran, kalemi kıran, celladına urgan siparişi verenlere asla müsaade etmeden.
1931 yılında hastane köşesinde ruhunu sahibine teslim eden bu piri faninin bedenini ailesine teslim etmeyen “menhus ruh” onu cenaze namazının kılınmasına bile müsaade etmeden askeri bölgede bir yere defnederler.
Daha sonrada caminin ortasında kalan bu alanın içinde camekânlı bir bölüm yapılır.
Etrafı perdelerle örtülü..
Odanın ortasında uyduruk bir dört ayaklı metal masa…
Kapısında ise kocaman bir levha “Kütüphane”.. 
Ta ki bir vatan evladının İzmir’e resmi ŞEHR-İ EMİN!  tayinine kadar..
Sonra mı?
Perdeler kaldırılır..
Camekânlar sökülür.
Uyduruk masa çöpe atılır..
Üzeri lafzayı celal ve ayetlerle süslü yeşil örtü ile bezenmiş sanduka gören, görmeyen gözlere ayan olsun diye caminin ortasında belirir..
Hemen önüne kocaman bir levha asılır..
ERBİLLİ ESAT HOCA…
Bu tıpkı,1989 yılında devlet töreniyle Yassıada kalemi kırılan milletin adamı Adnan Menderes’in kırılan itibarının iadesi gibi…
1992 yılında memleket memleket sürgün edilen, hapishane hapishane dolaştırılan ve 19 defa zehirlenerek ortadan kaldırılmaya çalışılan Bediüzzaman Said Nursiden eserlerinin kütüphanelere konularak özür dilenmesi gibi…
Ulucanlar hapishanesinde kalemi kırılarak idam sehpasına çıkartılan yazdığı küçük bir kitaptan dolayı yok edilen İskilipli Atıf Hoca’nın adının devlet dairelerine 2 binli yıllarda verilerek günah çıkartılması gibi…
2016 yılının son günlerinde yaşananlar; zülm ile ortadan kaldırılan Erbilli Esat Hocanın namazını bile kılmaya müsaade edilmeyen, naaşını ailesine bile vermekte cimri davranan bir dönemin kapandığının işareti..
Ama iade-i itibarları farklı şekillerde olan bu büyük zatlar için bugün yapılanlar yeter mi?... Elbette ki yeter, demek zor.
Farklı şekillerde de olsa devlet tarafından iade-itibarları yapılan, milletin gönlündeki masumların tam iade-i itibarları hukuk önünde olur. Onları mahkum eden zihniyet ve mahkûm eden mahkemelerin yeniden yargılanmaları sembolik te olsa yapılarak bu masum ve mazlum millet adamlarının beraatı gerek..
Aksi takdirde her biri millet nazarında suçsuz, ama devletin hukuk arşivinde suçlu olanların tarih nazarında da iade-i itibarları hukuken tam olmamış olacak..
Bekliyoruz…
Adil mahkemelerde yeniden yargılanmalarını…