Sokrates bir Yunan filozofu,  bir bilge insan,  bir dürüstlük abidesi. Bunları tarih bize böyle öğretti. İşte bu bu bilge insan kendisini çekemeyenlerce çeşitli iftiralar ve yakıştırmalarla idama mahkûm ettirilir ve ölmeden önce kendisine ziyarete giden karısıyla arasında şu şekilde diyalog geçer. Karısı “Sokrates haksız yere cezalandırıldın.” Sokrates “Haklı yere mi cezalandırılsaydım.” İşte bilgi insanın ölümüne bir iki adım kala söylediği ve tarihe erdemliliğin notunu düştüğü sözüdür bu değerli okurlar.

        Ya onu iftiralarla karalayanlar, ölüme gönderenler onları tarih boyunca hiç düşünen olmuş mudur? Bu idamdan sonra ne kadar rahat etmişlerdir? Ya da rahat etmişler midir?

        Hayatta öyle kimseler vardır ki kendisine bir yetki, bir mühür verilince kendini Kaf dağının tepesinde görür, Ya da kendilerini yetkiyle donatınca herkese tepeden bakar. Onun için herkes yönetilebilir olarak görülür, yetkinin kendisine verdiği güçle gözünün üstünde kaşı olanı “neden kaşın gözünün üstünde” diye cezalar yağdırır. Yahut da sağdan akması gereken trafiğin neden sağdan aktığını sorgular, sağdan akan trafik için trafik polisini sorgular, Ya da ne bileyim çalışan temsilcisi sendikaların eylemlerini hafta sonu tatilinde neden yapmadığını sorar ve sendikacıların mesai saatlerinde sendikal faaliyet yaptıklarından dolayı kendilerinden şikâyetçi olur, (Mesai saatleri dışında bu faaliyetleri nerede yapacaklarsa). Tüm bunlar kişinin kendisine verilen ancak kendisince taşımakta güçlük çekilen paye ve mühür yüzünden olan davranış şeklidir. Tabi bunlar bu taraftan bakınca görünenler. Bir de madalyonun başka bir yüzü var. Konu kul hakkına, iltimas ve kayırmacılığa temel oluşturduğu için, güçlünün ya da kendini güçlü hissedenin karşısındakini zayıf görerek haksızlık yaptığını düşünürsek bu güçlü olup da haksızlık yapanların gece uykuları kaçıyor olmalı. Çünkü bu durumda yastık insana diken olur, çalı olur yüzüne hatta vicdanına batar, kanatır.  Burada da korkuları başlar çünkü zulüm çoksa korku da çoktur.  İşte bu korku bu tür insanların hep yanındadır. Yürürken, yerken, içerken, konuşurken, yatarken hiç yanlarından ayrılmaz bu korku denen illet. Belli etmeseler de, soğukkanlılıklarını kaybetmeseler de bu korku ses tonlarında, davranışlarında hep vardır ve sürekli tedirginlerdir. Gerçek olan şudur ki,  Diktatörler korkaktırlarKendi gölgelerinden bile korkarlar. Tedirgindirler. Yalan söylerler. Hem de su içer gibi yalan söylerler. Olayları ve gerçekleri çarpıtırlar. Düşmanla işbirliği yapmaktan asla çekinmezler. Gözlerini hırs bürümüştür çünkü onların. Zenginlik, sultanlık, padişahlık bürümüştür. Durmadan “Rabbena hep bana,” derler. Zulmederler. İşte bunlar da onların başlıca özellikleri tanımakta hiç güçlük çekmezsiniz değerli okurlar.

        Atalarımız, zorba sultanlara “Zulmün artsın padişahım ki tez yıkılasın…” diye boşuna söylememiştir. Çünkü zalimler köşeye sıkıştıkça, çaresizlik bataklığında çırpındıkça, altlarından koltuklarının kaydığını gördükçe, bir kat daha zalimleşirler. Zulümleri daha da artar… Zulmü artanların sonu tez gelir…

        Öte yandan zulme uğrayan, Sokrates’in erdemliliğini gösterip haksız yere uğradığı zulme göğüs gerebiliyorsa işte odur erdemli insan, bilge insan, dürüst insan.

        Değerli okurlar ben hangi memlekette ne yetişir pek bilmem, benim için çok da önemli değildir. Ancak bizim memlekette öncelikle efe yetişir ve bizim kültürümüzde efelerin nazarında düşmanın bile yiğidi, dürüstü makbuldür, Kaçak göçek iş tutandan düşman bile olmaz.

 

        Hoşça kalın, Sağlıkta kalın.