“Önümüzdeki yıllarda tarihi ezberlerimiz bozulacak. Çünkü arşivler üzerindeki hakim olan baskıcı, kapalı, tahakkümle milleti yönetmeye alışmış “TOPLUM MÜHENDİSLERİ” tekaüte ayrılıyor. Emeklilik işlemleri tamamlandı. Bilginize…”

 

            Bir önceki yazımızla biten tarih okumaları, makalesinin son kısmındaki paragraf ile Tarih Okumaları 2 yazıma başlamak istedim. Çünkü işin püf noktası burada.. Tarihi yazanlar yazdılar ama yazanlardan sonra “tarihi okuyanlar” ve “tarihi konuşanlar” neyi nasıl konuşacak?

            Genel bir çerçeve çizmekte fayda var.

            Sosyal Bilimlerde hiçbir şey yalnız siyah ve beyaz gibi rengi yoktur.

            Tarih, sosyal bir bilimdir.

            Farklı belirgin iki rengi yoktur.

            Sosyal bilimlerde fen bilimlerde olduğu gibi 2 + 2= 4 eder kesin hükmüne varmak ilim açısından son derece sakıncalıdır. Tarih sosyal bir ilim olduğu için olaylar farklı açılardan bakıldığında farklı sonuçlar çıkartır. Bakış açınız tarihi yönlendirir. Sıkıntı bugüne kadar “Benim tarihim tek gerçektir. Başka tarihler tu kaka…” zihniyetindedir.

            Tarih, belgeleri ortaya koyar. Bu belgeler ışığında ilim adamları tarihi okumaya çalışırlar. Elbette ki farklı okumalar olacaktır. Olması kadar doğal bir şey olamaz.

            Her yeni bilgi ve belge tarihin yeniden okunmasını ve konuşulmasını sağladığı için tarih fen bilimleri gibi statik bir olay değil aksine canlı, dinamik bir yapıya sahiptir. Her yeni belge tarihi okumaları ve konuşmaları etkileyecektir.

            Aynı tarihi olayı okurken kaynağımız önemlidir. Örneğin belgeleri yorumlamadan olduğu gibi aktaran bir çalışma mı yoksa belgeleri hiç dikkate almadan yapılan yorumlar mı? Hele kaynak olarak belge yerine kendi tarihsel şahsiyetini belge yerine koyuyorsa bu daha da vahim bir durum.

Türkiye’nin son yüzyılında bugünkü tarihi okumalarımıza kaynaklık yapan şahıslar üzerinden konuşacak olursak Ordünaryüst Prof. Dr. İ.Hakkı Uzun Çarşılı, Yılmaz Öztuna gibi tarihe kaynak bırakan isimler dipnot, kaynaksız eser yazmazken Türkiye’de tarihi okumalarda bir grubun “Üstadı Azam” kabul ettiği Cemal Kutay ise kaynağın kendisi olduğunu her platformda ifade eder. Tarihte “Ben yazdım öyleyse bu kaynaktır” anlayışı hatalı, eksik, ilmilikten uzak, subjektif, yanlı, ideolojik bir yaklaşımdır.

            Tarihi yazanların görevi tarihi farklı pencerelerden bakanlarla laf yarışına girmek değil. Bilgi ve belgeyi ortaya koymak olmalı. Kişileri ikna etmek elbette ki tarihi yazanların görevi olamaz.

            Bu çerçevede önümüzdeki yazılarımızda da bu perspektifi korumaya çalışacağız. Yani tarihi konularda yazan kişi olarak sizlerle belgeleri paylaşacağız. İddia ettiğimiz konularda belge sunmadan konuşmayacağız.

            Yazarın bir görevi de kendisini takip eden okuyucularını bilgi ve belgelerle dağarcıklarına yeni bilgiler eklemek olmalı. Bunu yaparken eğer biz de bilgiyi belge ile desteklemiyorsak bizimde bilgilerimizi sorgulamanızdır.

            Unutmayalım ki geçmişte yaşananlar bize “an”ı ve  “geleceği” kurarken yol gösterecek en önemli kılavuzdur.

            Tarihi okumalarımızı, konuşmalarımızı ideolojilerimiz beslememeli. İdeolojilerle beslenen tarih konuşmaları ve okumalarının hep bir yanı eksik kalacaktır.

 

Tarihe bakışımızda, okumamızda konuşmamızda dikkat etmemiz gereken ayrıntı; Ne kadarı ezber? Ne kadarı Kurgu? Ne Kadarı Doğru… Bunu sorgulamalı. Farklı kaynaklara göz atmayı ihmal etmemeliyiz.

 

 

NOT: Bakanlar Kurulu kararıyla müze haline getirilenTire’deki bir yapının belgeleri ve yaşadıkları bir sonraki yazımızın konusu olacak. İlgilisine; belgelerin konuşulacağı yazı olacak…