Thevenot,  17. yüzyılda Osmanlı topraklarını gezip, Türklerin yaşantısı hakkında gözlemler yapan ve bazı notlar alan bir Fransız gezgin yazar. Notlarının toplandığı kitabında diyor ki ; Onlar çok yardımsever kişilerdir ve dinine bakmaksızın, ister Müslüman olsun, ister Hristiyan ya da Yahudi olsun, fakirlere seve seve yardım ederler”

 

Thevenot gezi notlarında ,  17. yüzyıldaki Türk sivil toplum kuruluşlarının köprü, hastane, kervansaray, çeşme yapmak başta olmak üzere hayır işlerinde birbirleri ile  yarıştığından, maddi gücü yetmeyenlerin ise,  hiç olmazsa ırmaktan çeşme sarnıçlarına su doldurarak yoldan geçenlere  ücretsiz su dağıttığından uzun uzun bahsediyor. Osmanlıların insanları doyurmakla kalmadığını, hayvan severlikten, doğa sevgisine, eğitimden, kültür ve sanat faaliyetlerine kadar pek çok alanda sivil toplum kuruluşlarının etkin olduğunu söylüyor.

 

Bu bilgileri elbette ki, yerli kaynaklarımızdan da öğrenmek mümkün. Ancak Thevenot’un notları, 17. yüzyıl gibi Osmanlı’nın duraklama hatta gerileme dönemi içerisindeki Türk toplumunun özelliklerini  yabancı bir gözle ele alması bakımından oldukça dikkat çekici ve kayda değer.

 

Tarihi kaynaklardan, Thevenot’un notlarında  bahsettiği sivil toplum kuruluşlarının benzerlerinin aynı dönemlerde Tire, Ödemiş, Bayındır gibi ilçelerimizde de faaliyette olduğunu öğreniyoruz. O dönemlerde bölgemizde özellikle  eğitim ve  sosyal dayanışma alanlarında pek çok vakfın faaliyet gösterdiğini biliyoruz. Göç edemeyen leylekleri korumak ve beslemek ya da cezaevindeki mahkumların su ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan vakıfları,  o dönemdeki sivil toplum kuruluşlarına güzel bir örnek olarak ele alabiliriz. Böylece geçmişte ne denli etkin ve güçlü bir sivil toplum altyapısına sahip olduğumuzu da görmüş oluruz.

 

Şimdi yıl 2012…

 

Ramiz amca geçtiğimiz günlerde Tire’nin Ketenciler mahallesindeki evinde ölü bulundu. Ama öğrenildi ki; Ramiz amca meğerse, bulunmasından tam bir ay önce yalnız yaşadığı evinde tek başına iken vefat etmiş. Eğer bir aydır alışverişe gitmediği bakkalı, durumdan işkillenip evine girmese idi, belki de çok daha uzun bir süre  öldüğünden kimsenin haberi olmayacaktı.

 

Ramiz amcanın iki kızı var. İkisi de kendisini arayıp sormuyormuş. Diğer akrabaları da öyle.. Bakkal ile birlikte Ramiz amcanın evine girerek onun çürümek üzere olan cesediyle karşılaşan yeğeni ise Ramiz amcayı en son 3 ay önce görmüş. Anlaşılan o ki, yanı başındaki komşuları da öyle…

 

İnsanın derin düşüncelere dalıp, içinin acıdığı bir durum bu… Ama maalesef bu ibretlik vakıanın toplumumuzdaki etkisi,   gazete köşelerinde iki sütun halinde yer alan haberi okuyup geçmekten öteye gidemedi.

 

Bu mu olmalıydı ? İnsanlar bu kadar mı ruhsuzlaştı, bu kadar mı duyarsızlaştı ? Şimdikinden çok daha zengin ve güçlü olan Osmanlı devletinin pek çok alanda yatırımı  olduğu biliyoruz. Sizce o dönemdeki insanlar ne diye “nasıl olsa devlet yapıyor” mantığı ile çevresine karşı duyarsızlaşmadılar?  Ve sizce günümüzdeki Türk toplumu, “devletin pek çok şeyi yapmadığını ya da yapamadığını bildiği halde” nasıl oluyor da  bu denli şuursuz ve duyarsız olabiliyor ?  Bunu hiç kendinize sordunuz mu ?

 

Osmanlı devletinin bir cihan devleti olmasının altında yatan etkenlerin başında başta Ahilik olmak üzere binlerce sivil toplum kuruluşunun olduğunu bildiğimiz halde,  günümüzdeki sivil toplum kuruluşları sizce  neden  etkisiz ve pasif  durumdalar ?

 

Günümüzde farklı alanlarda faaliyet gösteren derneklerimiz, vakıflarımız var elbette. Bu sivil toplum kuruluşlarımızda, onları ayakta tutmak ve güzel şeyler yaparak topluma katkı sağlamaya çalışan birkaç gönüllüye de rastlayabiliriz. Ancak anlaşılıyor ki, ne sivil toplum örgütlerimizin sayısı, ne onlardaki gönüllü sayısı ne de bu kuruluşlarımızın gücü,  “Ramiz amcanın gözümüzün önünde belki de soğuktan donarak ölmesine ve daha da acısı ne devletin, ne belediyenin, ne akrabalarının ne de komşularının bu durumdan bihaber yaşamasını” engellememiş.

 

Günümüzde devletin en küçük bir sosyal yardımı bile evrak üzerinden  yaptığı, açlık ve yoksulluk sınırının 1000 lirayı bulduğu ülkemizde,  kayıtlarda devletten 260 lira yardım ya da maaş aldığı görülen bir kişinin kömür yardımından bile faydalanamadığı, insanların gittikçe mankurtlaştırıldığı bir toplumda sivil toplum kuruluşlarımızın hali de ne yazık ki, içler acısı.

 

Oysa sadece Ramiz amcanın içler acısı vefatı, gençlerin sosyal bilinçten yoksun tüketim alışkanlıkları, çocuklarımızın yarış atı gibi eğitim alarak şaşkın birer birey haline getirilmesi, yürüdüğümüz yolların, içtiğimiz suların, yediğimiz yemeğin kısacası yaşadığımız çevrenin her geçen gün daha da kalitesiz ve renksiz bir duruma getirilmesi,  tarihi ve milli değerlerimizin popüler kültürün canavar dişlerine emanet edilmesi, kültürel varlıklarımızın genleri ile oyuncak gibi oynanması ve yok edilmesi gibi daha yüzlerce toplumsal erezyon örneği  karşısında,  eskiden olduğu gibi güçlü ve etkin sivil toplum kuruluşlarına ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu kabul etmemek mümkün değil.  Zira, sivil toplum kuruluşları yok olan, etkisizleşen, güçsüzleşen  bir toplumun hiçbir zaman rahata kavuşmayacağını her geçen biraz daha acı bir tecrübe ile yaşıyor ve görüyoruz.

 

Derneklerin  aidatlarını bile  toplayamadığı, temel giderlerini üç beş kişi sayesinde güçlükle ödeyebildiği, siyasetin ve idarecilerin sivil toplum kuruluşlarından öcü gibi kaçtığı ya da kendine itaat eden bir kurum olmasını istediği günümüzde; herkesin “biz ne yapıyoruz” sorusunu kendisine sorması gerekiyor. Toplum olarak içine girdiğimiz ve de  sokulduğumuz  durumumuzu yeniden gözden geçirme vakti geldi de geçiyor bile… Çünki biz asla bu değiliz..!

 

Türk toplumu acilen sakin bir köşeye çekilmeli ve sırtını öz kültüründeki sağlam bir duvara yaslamalı. Sonra da  güçlü bir silkiniş ve muhasebe için, başını gövdesinden ayırarak dizlerinin arasına koyup, kendine sormalı.

 

“ Kimsin sen..! ”