BİZE ESKİ RAMAZANLARI YAD ETTİREN, NE ZAMANDIR YAPMADIĞIMIZ BİR TATLI... 
Ben buna “Kocam Usulü Etimek Tatlısı” diyorum... 
Çünkü sınırlarımız var, çıkamıyorum... Bu tatlıda artistik hareketler  yasak bana... 
İlla çikolatalı pudingli ve sade olacak, çocukluğunun tadı olacak .... 

 
Bol köpüklü kahvemizi yudumlarken aklım geçmişte dolandı durdu...Eski Ramazanlar,  Karagöz ve Hacivatlar, Hacı cavcavlar, kıkırdamalar. İftara misafirler için hazırlanan sofralar, şerbetler, baklavalar... 
İlk tuttuğum  orucum geldi aklıma... Birkaç gün kalmış Ramazan bayramına tutulan son oruçlar...
Dedem sordu: “Oruçmusun serçem?”…
Gözgöze geldik annemle; “Evet, evet” dedim hızlıca, annem bozmadı sırrımızı... 
İtiraf ediyorum: Bu işte çok iyi değildim, kan şekeri denilen arkadaş hep düşüp beni yarı yolda bıraktı... 
Anneannemlerdeydik, salon ki nasıl anlatsam size: avludan üç kat merdivenle çıkarsınız odaya, bir tarafta güzine, ismi gibi güzide şık mı şık sıcacık, oymalı işlemeli; diğer tarafta tek parça duvara kadar uzanan ayna, kenarları ahşap işlemeli, önünde mermeri yine tek parça antika, üstünde iğne oyası ve resimler, bize ait, aile olduğumuzu gösteren en büyük kanıt... 
Küçük küçük camlar: tahta biri, iç bahçemize bakan, diğeri sokak tarafına nazır, cumbalı, bol çiçekli... Pencereyi açtın mı içeri ezan sesini çocuk sesine, çocuk sesini seyyar satıcıların sesine karıştıran, odayı ısıtan yukarı doğru itilerek açılan küçük küçük camlar…
Su yeşili koltuklar odaya itinayla dağıtılmış, delik işi perdeler bembeyaz, sakız gibi mis... 
Karşı duvarda, eski evleri getirin gözünüzün önüne, gömme bir dolap; aynı duvarın renginde şampanya sarısı, kapağı küçük elinle çevirdiğin tahtayla açıyorsun, bir gıcırtı, şimdi bile kokusu burnumda tarçın gibi, miss!!!
Dolabın içinde tahta sigaralık, sigaraların hepsi aynı yönde dik dik dizilmiş...Anneannemin bizim için hazırladığı bayramda içinin tek tek dolacağı iğne oyalı has ipek mendiller... Misafir için ayrı, çocuklar için ayrı çikolatalar, şekerler, kenara iliştirilmiş bozuk paralar… Ahşap kuruyemişlikler, ağzı kapalı...
Asıl aradığım mı? Küçücük elimi daldırıyorum dolaba, alabildiğim kadar alıyorum kuruyemişliğin içinden leblebileri, doldurabildiğim kadar dolduruyorum ceplerimi, gözlerimde ışık, yakalanma korkusu, hızlıca bir şeker de atıyorum ağzıma tadı nasıl güzel, hani şu hanım göbeği, en sevdiğim... 
Akşama kadar annem: “kızım ye bir şeyler, deden ne diyecek sana, küçücüksün zaten oruç senin neyine” dese de;  ben kafamı inatla diktim tepeye zula dolu ya, korkum yok...
Kapı arkalarında bahçe kenarlarında bir iki leblebi akşama kadar beni idare etti ama annemlere kriz geldi... 
Akşam sofrası kalabalık; konu komşu, eş dost, akraba, hepimiz bir arada…Kimi yaptığı tatlıyı kapmış getirmiş iftar sofrasına, kimi kolunun altına sıkıştırdığı karpuzu, kavunu…Sofra bereket, sofra beraber yapılanlarla zengin, sofra şenlik…Kahkahalar havada, eskiler anlatılan “ah şu eski ramazanlar” diye dökülen laflar… 
Dedem; en büyük, baş köşede her zamanki yerinde…Ezan okundu, açtı ellerini tam duaya başlayacakken durdu, gözlerime baktı, duayı bana, serçesine bıraktı…Küçücük ellerim göğe açıldı, kalbim güm güm; “hepimiz mutlu olalım, birbirimizi sevelim, leblebisiz kalmayalım, Amiiin!” dedim bir çırpıda suçumu gizleyen kızarmış yanaklarımın altında... Dedem güldü: “Ekmeksiz yavrum, ekmeksiz” dedi…Bende çarpık  bir gülümseme, elim cebimdeki leblebide; “leblebisiz dede leblebisiz”.
          Dedim ya! Birlikte kurulan sofralar bereketti, her şey konu komşuyla güzeldi, üzerine içilen fincan fincan, bol köpüklü sohbetli kahveler mi işte onlar  şahaneydi…
          Bir fincan dolusu hayatımızı konu komşumuzla, eşimizle dostumuzla zenginleştiren bizler, artık birbirimizi unutur, kapılarımızı bile çalmaz olduk…
Bir fincan şeker, bir fincan tuz, bir fincan un, bir fincan fincan  isteyenler, yerini hiç tanımadığımız komşuluklara ve marketlere bıraktıııı gitti... 
Külüne muhtaç olduğumuz komşularımızı hayat şartları, koşuşturmalar, işler güçler derken unutur olduk...Yüreğimiz karşılıklı verilmeyen selamlar, birbirini hiç tanımayan komşularla daha da daraldı bir fincan kadar kaldı çok şükür... 
Eskiden hiç çekinmeden kapısının zilini çaldığımız: “susadım bir bardak su verir misin?” dediğimiz , “evdeki yemeği sevmedim sizde yiyebilir miyim” ,  “babamlar müsaitseniz bu akşam size gelecek” diye kapısına dayandığım, annelerimiz kıyafetlerimizin kirini görürse kullandığı deterjanlar çamaşırları yırtmadan önce cart diye beni yırtar diye sığındığımız Ayşe teyzelerimiz nirede??? Bir fincan mutluluk almaya başka diyarlara gittiler de haberimiz mi olmadı? 
Konu komşu toplandığımız parklar bahçeler mi kapanmışta haberimiz olmamış? Yoksa eskiden apartmanların önüne serilen üzerinde bol bol çekirdek çitlenen paspasların soyuna kıran mı girmişte mahalle önü sohbetleri bitmiş?
Elde örülen örgüler, birbirlerinden öğrenilen danteller miymiş acaba konu komşuyu birbirine bağlayan? Çeyizler bile hazır olduğu için mi artık herkes birbirinden vazgeçmiş?
Artık sokakta oynayan çocuklar olmadığı için mi bu kopuş? Kimse dayak yiyen çocuğunu eline alıp ta dayanmıyor mu komşusunun kapısına? Önce iki tavır, sonra ocağa koyulan kahveyle dostluğa teslim etmiyor mu kendini? 
Mahalle aralarına kurulan sofralarda beraber hazırlanıp beraber yenilen yemekler mi güç geliyor insanlara? İstekler mi arttı? Et ekmek olmazsa kimse soğan ekmek başına oturmuyor mu aynı sofrada? 
Kafamda bitmeyen, sonu gelmeyen sorular…  Bize, komşuluğumuza, değerlerimize neler oluyor... Biz şanslıyız ki; Tire’de bunu hafif bir şekilde atlatmaya çalışırken bu kadar vahvahlanıyorsak, eşimizle dostumuzla içtiğimiz kahvelerin sayısını sayıp üzülüyorsak, büyük şehirlerdeki komşuluklar almış başını  kimbilir nerelere gidiyor???
Evinizde kiloyla da olsa şekeriniz, ununuz;  kapatın gözlerinizi, bırakın bu seferde yokmuş gibi davranın, ne var basın eskisi gibi komşunuzun ziline, bir fincan şeker, yanında da bir fincan muhabbet alıp gelin...
           Bol köpüklü, bol muhabbetli, kırk yıl hatırlı, eşli dostlu konu komşulu pasta tadında  haftalar dilerim…